| 1 |
sole |
tek |
adj. |
|
- He was the sole heir to a vast estate.
- Muazzam bir mirasın tek varisiydi.
- Adam Smith declared that the sole end and purpose of all economic activity is consumption.
- Adam Smith, tüm ekonomik faaliyetlerin tek amacının tüketim olduğunu beyan etmiştir.
- With that sole proviso, all projects will be announced on our website.
- Bu tek şartla, tüm projeler web sitemizde duyurulacaktır.
- The European integration project is viewed by all as the sole example of democratic management of globalisation.
- Avrupa entegrasyon projesi herkes tarafından küreselleşmenin demokratik yönetiminin tek örneği olarak görülmektedir.
- The sole aim of the directive is to better regulate the financial markets.
- Direktifin tek amacı mali piyasaları daha iyi düzenlemektir.
- They are the sole legislators.
- Tek yasa koyucu onlar.
- That might result in the NGOs being thrown out, which are the sole remaining source of information.
- Bu da geriye kalan tek bilgi kaynağı olan STK'ların devre dışı bırakılmasıyla sonuçlanabilir.
- The sole item on today's agenda is the war in Iraq.
- Bugünün tek gündem maddesi Irak'taki savaştır.
- We might be mistaken in using the gross domestic product per inhabitant as the sole indicator.
- Kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasılayı tek gösterge olarak kullanmakla hata ediyor olabiliriz.
- The sole item on today's agenda is the war in Iraq.
- Bugünün tek gündem maddesi Irak'taki savaş.
- On that point, I can assure you that that should in fact be the European Union's sole objective.
- Bu noktada sizi temin ederim ki Avrupa Birliği'nin tek hedefi aslında bu olmalıdır.
- We must not end up in a situation in which Turkey is the sole topic for discussion.
- Türkiye'nin tek tartışma konusu olduğu bir duruma düşmemeliyiz.
- The most powerful intelligence services in the world have worked towards this as their sole aim.
- Dünyanın en güçlü istihbarat servisleri tek amaç olarak bu yönde çalışmaktadır.
- The sole concern of this industry is the financial well-being of its shareholders.
- Bu sektörün tek kaygısı hissedarlarının mali refahıdır.
- Competition, however, cannot be used as the sole criterion when assessing the acceptability of a planned merger.
- Ancak rekabet, planlanan bir birleşmenin kabul edilebilirliğini değerlendirirken tek kriter olarak kullanılamaz.
- In expectation of increased returns pension capital is passed on to companies whose sole object is to make profit.
- Artan getiri beklentisiyle emeklilik sermayesi, tek amacı kar elde etmek olan şirketlere aktarılmaktadır.
- We cannot affirm that one sole organisation represents all of Europe's women.
- Tek bir kuruluşun Avrupa'daki tüm kadınları temsil ettiğini söyleyemeyiz.
- Their sole objective is to speed up liberalisation and create a level playing field.
- Tek amaçları liberalleşmeyi hızlandırmak ve eşit bir rekabet alanı yaratmaktır.
- The Commission, as the sole executive, should be able to retain full responsibility for adopting executive instruments.
- Komisyon, tek yürütme organı olarak, yürütme araçlarının kabul edilmesinde tüm sorumluluğu elinde tutabilmelidir.
- Sami was the sole survivor of a terrifying plane crash.
- Sami korkunç bir uçak kazasından sağ kurtulan tek kişiydi.
- The sole equality on earth is death.
- Dünyadaki tek eşitlik ölümdür.
- The sole equality on earth is death.
- Yeryüzünde tek eşitlik ölümdür.
- A lion is certainly much stronger than a sole hyena but there were three times as many hyenas there as lions.
- Bir aslan kesinlikle tek bir sırtlandan çok daha güçlüdür ama orada aslanların üç katı kadar sırtlan vardı.
- He's the sole breadwinner for the family.
- O, ailenin geçimini sağlayan tek kişi.
- He's the sole breadwinner for the family.
- Aileyi geçindiren tek kişi o.
- You're the sole reason of my existence.
- Varlığımın tek sebebi sensin.
- That's my sole concern.
- Benim tek endişem bu.
- A lion is certainly much stronger than a sole hyena but there were three times as many hyenas there as lions.
- Bir aslan kesinlikle tek sırtlandan çok daha güçlüdür ancak orada aslanların üç katı kadar fazla sırtlan vardı.
- He was my sole source of happiness.
- O benim tek mutluluk kaynağımdı.
- She's the sole breadwinner for the family.
- Ailenin geçimini sağlayan tek kişi o.
- She was my sole source of happiness.
- O benim tek mutluluk kaynağımdı.
- Sami is the sole provider for the family.
- Sami ailenin tek geçim kaynağı.
- The sole survivor of the crash was a baby.
- Kazadan kurtulan tek kişi bir bebekti.
Show More (30)
|
| 2 |
sole |
ayak tabanı |
n. |
|
- I have a callus on the sole of my foot.
- Ayağımın tabanında nasır var.
- Soles of the feet are insensitive to heat and cold.
- Ayak tabanları sıcağa ve soğuğa karşı duyarsızdır.
- Soles of the feet are insensitive to heat and cold.
- Ayakların tabanları, sıcağa ve soğuğa karşı duyarsızdır.
- I have a callus on the sole of my foot.
- Ayağımın tabanında bir nasır var.
Show More (1)
|
| 3 |
sole |
taban (ayakkabıya ait) |
n. |
|
- I'd like to try the pair with red soles.
- Kırmızı tabanlı olanları denemek istiyorum.
- He had blisters on the soles of his feet.
- Ayak tabanları su toplamıştı.
Show More (-1)
|
| 4 |
sole |
dil balığı |
n. |
|
- You can recognize the unicorn sole from its black and brownish stripes.
- Tek boynuzlu dil balığını siyah ve kahverengimsi şeritlerinden tanıyabilirsiniz.
- It is unacceptable for fishermen to have to suffer extra for sole and plaice.
- Balıkçıların dil balığı ve pisi balığı için fazladan eziyet çekmesi kabul edilemez.
Show More (-1)
|
| 5 |
sole |
yalnızca |
adv. |
|
- This aid was created with the sole aim of compensating for price reductions.
- Bu yardım, yalnızca fiyat indirimlerini telafi etmek amacıyla oluşturulmuştur.
- We cannot accept the premise that it is the sole responsibility of those Member States.
- Bu konunun yalnızca Üye Devletlerin sorumluluğunda olduğu önermesini kabul edemeyiz.
Show More (-1)
|
| 6 |
sole |
sadece |
adj. |
|
- Inflexibility and an unwillingness to compromise are really not the sole preserve of the Americans.
- Esnek olmamak ve uzlaşmaya yanaşmamak sadece Amerikalıların tekelinde değildir.
- This aid was created with the sole aim of compensating for price reductions.
- Bu yardım sadece fiyat düşüşlerini telafi etmek amacıyla oluşturulmuştur.
Show More (-1)
|
| 7 |
sole |
yegane |
adj. |
|
- This obligation is the sole protection for the petitioner's legitimate expectations.
- Bu yükümlülük, dilekçe sahibinin meşru beklentileri için yegane korumadır.
- For the sake of their security, the States must remain the sole masters of their considerations.
- Güvenlikleri için, Devletler kendi düşüncelerinin yegane efendileri olarak kalmalıdır.
Show More (-1)
|
| 8 |
sole |
ayakkabı tabanı |
n. |
|
- The soles of my shoes are worn.
- Benim ayakkabıların tabanları yıprandı.
- There's gum stuck to the sole of my shoe.
- Ayakkabımın tabanına sakız yapışmış.
Show More (-1)
|
| 9 |
sole |
yegâne |
adj. |
|
- The company he works for has sole rights to his designs.
- Çalıştığı şirket onun tasarımlarının yegâne sahibiydi.
Show More (-2)
|
