| 1 |
glow |
parlamak |
v. |
|
- The eyes of the small cat were glowing in the night.
- Küçük kedinin gözleri gecenin içinde parlıyordu.
- His eyes were glowing.
- Onun gözleri parlıyordu.
- The sunset glows in the west.
- Gün batımı batıda parlıyor.
- The child's face glowed when he saw Santa Claus.
- Noel Baba'yı görünce çocuğun yüzü parladı.
- The streets glow in the spring sun.
- Sokaklar bahar güneşinde parlıyor.
- A red light was glowing in the dark.
- Karanlıkta bir kırmızı ışık parlıyordu.
- A red light was glowing in the dark.
- Karanlıkta kırmızı bir ışık parlıyordu.
- It glows in the dark.
- Karanlıkta parlıyor.
- A bright fire was glowing in the old-fashioned Waterloo stove.
- Eski moda Waterloo sobasında parlak bir ateş parlıyordu.
- Mary is glowing.
- Mary parlıyor.
- It glows in the dark.
- O karanlıkta parlıyor.
- His eyes were glowing.
- Gözleri parlıyordu.
Show More (9)
|
| 2 |
glow |
parıltı |
n. |
|
- I can see the glow of the fireflies in the forest.
- Ormandaki ateş böceklerinin parıltısını görebiliyorum.
- You could see the glow of the fire for miles.
- Ateşin parıltısı kilometrelerce öteden görülebiliyordu.
Show More (-1)
|
| 3 |
glow |
ışıldamak |
v. |
|
- The old man's cheeks were glowing with health despite his age.
- Yaşlı adamın yanakları yaşına rağmen sağlıkla ışıldıyordu.
- The suburbs were glowing with autumn colours.
- Banliyöler sonbahar renkleriyle ışıldıyordu.
Show More (-1)
|
| 4 |
glow |
(cilt) pembelik |
n. |
|
- The baby has a sweat, healthy glow in his cheeks.
- Bebeğin yanaklarında sıcak ve sağlıklı bir pembelik var.
Show More (-2)
|
| 5 |
glow |
kızarmak |
v. |
|
- She glows with happiness.
- O mutluluktan kızarıyor.
Show More (-2)
|
