high - İngilizce Türkçe Cümleler
İngilizce Türkçe
high yüksek adj.
  • I couldn't fully understand the document as it was written in high German.
  • Yüksek Almanca ile yazıldığı için belgeyi tam olarak anlayamadım.
  • The church in the town has a high bell tower.
  • Kasabadaki kilisenin yüksek bir çan kulesi var.
  • This plane was designed to take high-altitude flights.
  • Bu uçak yüksek irtifa uçuşları için tasarlandı.
Show More (614)
high büyük adj.
  • The preparatory work done by the Commission and the European Space Agency deserves high praise.
  • Komisyon ve Avrupa Uzay Ajansı tarafından yapılan hazırlık çalışmaları büyük övgüyü hak etmektedir.
  • As regards equal opportunities, gender disparity is still high.
  • Fırsat eşitliği bakımından, kadın-erkek eşitsizliği hâlâ büyüktür.
  • Equally we all know that the none of the institutions are held in high regard.
  • Aynı şekilde hepimiz biliyoruz ki hiçbir kurum büyük saygı görmemektedir.
Show More (20)
high üst adj.
  • His grandfather was high up in the army during WW II.
  • Büyükbabası İkinci Dünya Savaşı sırasında orduda üst rütbelerde görev yapmış.
  • I recommend you use high-quality components in your computer.
  • Bilgisayarınızda üst kalite bileşenler kullanmanızı tavsiye ederim.
  • This might well be higher on the list of priorities than a military solution.
  • Bu, öncelikler listesinde askeri bir çözümden daha üst sıralarda yer alabilir.
Show More (17)
high çok adj.
  • Just look at what is happening in Italy, a country I hold in high regard.
  • Çok saygı duyduğum bir ülke olan İtalya'da neler olduğuna bir bakın.
  • I have high hopes of them.
  • Onlardan çok umutluyum.
  • And this is a high profile, very visible space.
  • Burası da itibarlı ve çok göze çarpan bir yer.
Show More (11)
high zirve n.
  • The wheat prices reached a new high because of the poor harvest.
  • Kötü hasat nedeniyle buğday fiyatları yeni bir zirveye ulaştı.
  • Stocks hit a new high.
  • Hisse senetleri yeni bir zirveye ulaştı.
  • Prices have reached a new high.
  • Fiyatlar yeni bir zirveye ulaştı.
Show More (1)
high yüce adj.
  • Scientists have long since left the conception of higher purpose behind.
  • Bilim insanları yüce amaç kavramını çoktan beri aşmış durumdalar.
  • Scientists have long since left the conception of higher purpose behind.
  • Bilim insanları yüce amaç kavramını aşalı beri uzun zaman oldu.
  • A higher power might exist.
  • Daha yüce bir güç var olabilir.
Show More (1)
high tiz adj.
  • A tenor can easily reach the high notes.
  • Bir tenor tiz notalara kolayca ulaşabilir.
  • Tom can't play a high G on his trumpet, but he can play an F.
  • Tom trompetinde tiz sol çalamaz ama fa çalabilir.
  • Tom can't sing a high A.
  • Tom tiz bir La tonunda şarkı söyleyemez.
Show More (0)
high yukarı adv.
  • She threw the paper plane high into the air.
  • Kağıt uçağı yukarı, gökyüzüne fırlattı.
  • The higher we went, the colder it became.
  • Yukarı çıktıkça hava daha da soğudu.
  • Volatile international relations are keeping oil prices high.
  • Uluslararası ilişkilerdeki oynaklık petrol fiyatlarını yukarıda tutuyor.
Show More (0)
high kafası güzel adj.
  • Many young people use illegal drugs to get high.
  • Birçok genç kafası güzel olsun diye yasadışı uyuşturucular kullanıyor.
  • He is a little high.
  • Biraz kafası güzel.
  • Tom is obviously high.
  • Tom'un belli ki kafası güzel.
Show More (0)
high lüks (yaşantı) adj.
  • They're eating high on the hog.
  • Onlar lüks içinde yaşıyorlar.
  • With the money Mr Johnson had saved, he would be able to live high on the hog when he retired.
  • Bay Johnson biriktirdiği parayla, emekli olduğunda lüks içinde yaşayabilecekti.
  • If I win the lottery, I'll be able to live high on the hog.
  • Milli piyangoyu kazanırsam, lüks içinde yaşayabilirim.
Show More (0)
high önemli adj.
  • What have been the high points for the ELDR Group over the past year?
  • Geçtiğimiz yıl ELDR Grubu için en önemli noktalar neler oldu?
  • The highest truth on the subject remains unsaid probably cannot be said.
  • Konuyla ilgili en önemli gerçek söylenmeden kalır, muhtemelen dile getirilemez.
Show More (-1)
high sarhoş adj.
  • He is a little high.
  • O, biraz sarhoştur.
  • Tom is high.
  • Tom sarhoş.
Show More (-1)
high gelişmiş adj.
  • Pollution is one of the downsides of high technology.
  • Gelişmiş teknolojinin olumsuz yanlarından biri de kirliliktir.
Show More (-2)
high sevinçten havalara uçan adj.
  • She felt high when she saw her birthday cake.
  • Doğum günü pastasını gördüğünde sevinçten havalara uçtu.
Show More (-2)
high kokmuş (et, peynir) adj.
  • There was nothing left but some butter and a block of high cheese.
  • Biraz tereyağı ve bir kalıp kokmuş peynirden başka bir şey kalmamıştı.
Show More (-2)
high (deniz) en kabarık seviye adj.
  • We waited to sail until the sea got to its highest.
  • Yelken açmak için deniz en kabarık seviyeye ulaşana kadar bekledik.
Show More (-2)
high tumturaklı adj.
  • The poem is hard to understand at first because of its high language.
  • Tumturaklı dili nedeniyle şiiri ilk başta anlamak zor.
Show More (-2)
high yüksek fiyatla adv.
  • Beef prices are higher than I expected.
  • Sığır eti beklediğimden daha yüksek fiyatla satılıyor.
Show More (-2)
high tiz bir şekilde adv.
  • A strange animal sound rose high into the night.
  • Gecenin içinde tiz bir hayvan sesi yükseldi.
Show More (-2)
high yüksekleri adv.
  • You need to aim high in your career.
  • Kariyerinde yüksekleri hedeflemelisin.
Show More (-2)
high yüksek basınç alanı n.
  • This region will be affected by a sudden high.
  • Bu bölge ani bir yüksek basınç alanından etkilenecektir.
Show More (-2)
high (dönemin vb.) ortasında adj.
  • The Olympics will be held in high winter.
  • Olimpiyatlar kış ortasında yapılacak.
Show More (-2)
high heyecan n.
  • The emotional highs and lows in your life can affect your body.
  • Hayatınızdaki heyecan ve moral bozuklukları vücudunuzu etkileyebilir.
Show More (-2)
high sarhoşluk n.
  • High is a false feeling caused by harmful and addictive substances.
  • Sarhoşluk, zararlı ve bağımlılık yapıcı maddelerin neden olduğu sahte bir duygudur.
Show More (-2)
high (kısaca) lise n.
  • My daughter graduated from Warren Easton High.
  • Kızım Warren Easton Lisesi'nden mezun oldu.
Show More (-2)
high yüksekliğindeki suf.
  • The mountain climbers were stuck on a 3530 meter-high mountain.
  • Dağcılar 3530 metre yüksekliğindeki bir dağda mahsur kaldılar.
Show More (-2)
high fahiş (fiyat) adj.
  • I think that thirty dollars is too high a price to pay for this.
  • Bence 30 dolar bunun için fahiş bir fiyat.
Show More (-2)
high ağır adj.
  • Will not the price to be paid for the things to be lost, be too high?
  • Kaybedileceklerin faturası çok ağır olmayacak mı?
Show More (-2)
high en üst seviye n.
  • From a literary perspective, the book is not at the highest level.
  • Edebi açıdan bakıldığında, kitap en üst seviyede değil.
Show More (-2)