1 |
bear |
ayı |
n. |
|
- My grand-father is a bear; he is always grumpy around people.
- Büyükbabam ayının biridir; milletin yanında hep huysuzluk eder.
- I think polar bears are magnificent creatures.
- Bence kutup ayıları muhteşem canlılar.
- We cannot wash the coat of the bear which the WTO has become without getting the animal itself wet.
- DTÖ'nün dönüştüğü ayının postunu, hayvanın kendisini ıslatmadan yıkayamayız.
- In some ways, juvenile bears are a lot like teenage kids.
- Bazı açılardan yavru ayılar ergenlik çağındaki çocuklara çok benzer.
- It's hard to make a talking bear funny.
- Konuşan bir ayıyı komik hale getirmek zordur.
- The bear ran after me.
- Ayı beni kovaladı.
- When bears sleep or lie down, their postures depend on whether they want to get rid of heat or conserve it.
- Ayıların uyuma ve yatma pozisyonları ısınmak veya serinlemek istemelerine bağlıdır.
- A bear wrote the story.
- Bir ayı hikaye yazdı.
- The hunter followed the bear's tracks.
- Avcı ayının izlerini takip etti.
- Tom shot and killed a bear.
- Tom bir ayıyı vurup öldürdü.
- We should bring some bear spray.
- Biraz ayı spreyi getirmeliyiz.
- A fox and a bear lived together.
- Bir tilki ve bir ayı birlikte yaşarmış.
- Compared to tigers, bears are nice animals.
- Kaplanlara kıyasla ayılar iyi hayvanlardır.
- He gave me chapter and verse on how bears pass the winter.
- Bana ayıların kışı nasıl geçirdiğini tüm detayları ile anlattı.
- Tom shot and killed a bear.
- Tom bir ayıyı vurdu ve öldürdü.
- Whose bear is it?
- Kimin ayısı bu?
- The dog was injured by the bear.
- Köpek bir ayı tarafından yaralanmıştı.
- The bear is big.
- Ayı büyüktür.
- I've got to buy some bear spray.
- Bir ayı spreyi satın almak zorundayım.
- Does a bear shit in the woods?
- Bir ayı ormanda mı dışkılar?
- This is how he killed the big bear.
- Büyük ayıyı böyle öldürdü.
- When you dance with the bear, you can't stop until the bear wants to stop.
- Ayıyla dans ettiğinde ayının canı durmak isteyene dek duramazsın.
- The bear began tearing at the tent.
- Ayı çadırı yırtmaya başladı.
- You should bring some bear spray.
- Biraz ayı spreyi getirmelisin.
- He is fat as a bear.
- Bir ayı kadar şişman.
- A hungry bear will eat even insects.
- Aç bir ayı böcek bile yer.
- I have never aimed at a bear with my rifle.
- Tüfeğimle hiçbir zaman bir ayıya nişan almadım.
- Compared to tigers, bears are nice animals.
- Kaplanlarla karşılaştırıldığında, ayılar güzel hayvanlardır.
- The girl opened her eyes, saw the bear, and fled to the window.
- Kız gözlerini açtı, ayıyı gördü ve pencereye kaçtı.
- I haven't seen any bears around here.
- Buralarda hiç ayı görmedim.
- Tom wasn't able to shoot the bear.
- Tom ayıyı vuramadı.
- The bear ate an apple.
- Ayı bir elma yedi.
- I saw a bear yesterday.
- Dün bir ayı gördüm.
- The hunter followed the bear tracks.
- Avcı ayı izlerini takip etti.
- What can I do to avoid getting mauled by a bear?
- Bir ayı tarafından parçalanmamak için ne yapabilirim?
- Try not to get eaten by a bear.
- Bir ayı tarafından yenmemeye çalış.
- Have you ever seen a bear in the mountain?
- Dağda hiç ayı gördünüz mü?
- You can't outrun that bear.
- O ayıdan kaçamazsın.
- She called her bear Ted.
- Ayısına Ted dedi.
- When I was little, I wanted to have a pet brown bear to scare my neighbors.
- Ben çocukken, komşuları korkutmak için bir evcil kahverengi ayım olsun istedim.
- There's a bear right behind you.
- Tam arkanda bir ayı var.
- A bear killed Tom.
- Bir ayı Tom'u öldürdü.
- Have you ever seen a bear in the mountain?
- Sen hiç dağda bir ayı gördün mü?
- Bears live in forests and do not like people.
- Ayılar ormanlarda yaşar ve insanlardan hoşlanmazlar.
- Bears can climb trees.
- Ayılar ağaçlara tırmanabilir.
- Are there any bears around here?
- Buralarda hiç ayı var mı?
- Buy some bear spray.
- Bir ayı spreyi satın al.
- There's a bear crossing the highway.
- Otoyolu geçen bir ayı var.
- The dog was injured by the bear.
- Köpek ayı tarafından yaralandı.
- A bear was crossing the highway.
- Bir ayı otoyolu geçiyordu.
- The bear is eating an apple.
- Ayı elma yiyor.
- A fox and a bear lived together.
- Bir tilki ve ayı birlikte yaşadılar.
- Have you ever seen a bear in this area?
- Bu bölgede hiç ayı gördün mü?
- A bear crossed the highway.
- Bir ayı otoyolu geçti.
- I wanted to buy the huge stuffed bear at Ken's store, but it was not for sale.
- Ken'in dükkânındaki kocaman pelüş ayıyı almak istedim ama satılık değildi.
- The fox and the bear lived together.
- Tilki ve ayı birlikte yaşadılar.
- Bring some bear spray.
- Biraz ayı spreyi getirin.
- A bear wrote the story.
- Hikayeyi bir ayı yazdı.
- Suddenly a bear appeared before us.
- Aniden önümüzde bir ayı belirdi.
- Suddenly a bear appeared before us.
- Aniden önümüzde bir ayı göründü.
- A bear was crossing the highway.
- Bir ayı otoyoldan karşıya geçiyordu.
- A bear can climb a tree.
- Bir ayı ağaca tırmanabilir.
- The old bear is fast asleep.
- Yaşlı ayı derin uykuda.
- That old man was sound asleep when the bear came.
- Ayı geldiğinde o yaşlı adam mışıl mışıl uyuyordu.
- I got attacked by a bear.
- Ben bir ayı tarafından saldırıya uğradım.
- Sami stabbed the bear in the neck.
- Sami ayıyı boynundan bıçakladı.
- A hungry bear will eat even insects.
- Aç bir ayı böcekleri bile yer.
- Sami shot the bear.
- Sami ayıyı vurdu.
- White bears live in the Arctic.
- Beyaz ayılar Kuzey Kutbu'nda yaşarlar.
- A bear is a friendly beast compared to a tiger.
- Kaplanla kıyaslandığında ayı dost canlısı bir hayvandır.
- When you dance with the bear, you can't stop until the bear wants to stop.
- Ayı ile dans ederken, ayı durmak isteyene kadar duramazsın.
- A bear is bigger than I.
- Bir ayı benden daha büyüktür.
- Bears often scratch their backs on the bark of trees.
- Ayılar sık sık sırtlarını ağaçların kabuğunda kaşırlar.
- They caught a bear alive.
- Onlar bir ayıyı canlı yakaladılar.
- How do you use bear spray?
- Ayı spreyini nasıl kullanırsın?
- Tom was attacked by a bear.
- Tom bir ayı tarafından saldırıya uğradı.
- Three bears lived in that little house.
- O küçük evde üç ayı yaşıyordu.
- Does bear spray work?
- Ayı spreyi işe yarıyor mu?
- There was a bear crossing the highway.
- Otoyolu geçen bir ayı vardı.
- There is a bear in the yard.
- Bahçede bir ayı var.
- The bear bites itself.
- Ayı kendini ısırıyor.
- The girl opened her eyes, saw the bear, and fled toward the window.
- Kız gözlerini açtı, ayıyı gördü ve pencereye doğru kaçtı.
- This is how he killed the big bear.
- Büyük ayıyı bu şekilde öldürdü.
- The cloud was in the shape of a bear.
- Bulut bir ayı şeklindeydi.
- Most bears are omnivores.
- Çoğu ayı omnivordur.
- He was as ravenous as a bear.
- Bir ayı kadar açgözlüydü.
- A bear will not touch a dead body.
- Bir ayı bir cesede dokunmaz.
- Bears are very dangerous.
- Ayılar çok tehlikeli.
- I wanted to buy the huge stuffed bear at Ken's store, but it was not for sale.
- Ken'in dükkanındaki kocaman içi doldurulmuş ayıyı almak istedim ama satılık değildi.
- The bear is black.
- Ayı siyah.
- Trust the bear!
- Ayıya güven!
- I should bring some bear spray.
- Biraz ayı spreyi getirmeliyim.
- Russians know everything about bears.
- Ruslar ayılar hakkındaki her şeyi bilirler.
- Here lives one bear.
- Burada bir ayı yaşar.
- The cloud was in the shape of a bear.
- Bulut, ayı biçimindeydi.
- Have you ever set a trap for a bear?
- Sen hiç bir ayı için tuzak kurdun mu?
- She froze at the sight of the bear.
- Ayıyı gördüğünde dondu.
- Does a bear shit in the woods?
- Bir ayı ormana sıçar mı?
- I'm smarter than the average bear.
- Ortalama ayıdan daha akıllıyım.
- They caught a bear alive.
- Canlı bir ayı yakaladılar.
- The bear is eating an apple.
- Ayı bir elma yiyor.
- I have never aimed at a bear with my rifle.
- Silahımla bir ayıya asla nişan almadım.
- The bear must be shot.
- Ayı vurulmalıdır.
- Men are like bears - the uglier they are, the more attractive they are.
- Erkekler ayılar gibidir. Ne kadar çirkinlerse, o kadar çekicidirler.
- Tom stepped on a bear trap and was seriously injured in the leg.
- Tom ayı tuzağının üzerine bastı ve bacağından ciddi biçimde yaralandı.
- A bear is bigger than I.
- Bir ayı benden daha büyük.
- Wounded bears are usually very dangerous.
- Yaralı ayılar genellikle çok tehlikelidir.
- The bear was eating an apple.
- Ayı bir elma yiyordu.
- I'm as hungry as a bear.
- Bir ayı kadar açım.
- He ran for his life when the bear appeared.
- Ayı göründüğünde o, hayatını kurtarmak için kaçtı.
- The bear is quite tame and doesn't bite.
- Ayı oldukça evcil ve ısırmıyor.
- The bear is big.
- Ayı büyükmüş.
- A bear crossed the highway.
- Otoyoldan karşıya bir ayı geçti.
- What should I do to avoid getting mauled by a bear?
- Bir ayı tarafından parçalanmamak için ne yapmalıyım?
- Bears live in forests and do not like people.
- Ayılar ormanlarda yaşar ve insanları sevmezler.
- The old man was fast asleep when the bear came.
- Ayı geldiğinde yaşlı adam derin uykudaydı.
- There's a bear right behind you.
- Tam arkanızda bir ayı var.
- I haven't seen any bears around here.
- Bu çevrede hiç ayı görmedim.
- There's a bear crossing the highway.
- Otoyoldan geçen bir ayı var.
- The drunk bear broke into our cabins.
- Sarhoş ayı kulübelerimize girdi.
- Try not to get eaten by a bear.
- Bir ayı tarafından yenilmemeye çalış.
- I've got to buy some bear spray.
- Ayı spreyi almalıyım.
- The bear must be shot.
- Ayı vurulmalı.
- Bears often scratch their backs on the bark of trees.
- Ayılar genellikle sırtlarını ağaç kabuklarına çizerler.
- Tom ran as fast as he could to escape from the angry bear.
- Tom kızgın ayıdan kaçmak için elinden geldiği kadar hızlı koştu.
- Bears are quite dangerous.
- Ayılar oldukça tehlikelidir.
- The bear is stalking us.
- Ayı bizi izliyor.
- Benjamin shot a bear with a rifle.
- Benjamin, bir ayıyı tüfekle vurdu.
- We saw footprints of a bear in the snow.
- Karda bir ayının ayak izlerini gördük.
- She froze at the sight of the bear.
- Ayıyı görünce dondu kaldı.
- How does bear spray work?
- Ayı spreyi nasıl çalışır?
- Russians know everything about bears.
- Ruslar ayılar hakkında her şeyi bilir.
- The bear has a short tail.
- Ayının kuyruğu kısa.
- Three bears lived in that little house.
- Üç tane ayı, o küçük evde yaşıyordu.
- I'd love to travel by bike, but I'm afraid of getting mauled by a bear.
- Bisikletle seyahat etmeyi severim ama bir ayı tarafından parçalanmaktan korkuyorum.
- When bears sleep or lie down, their postures depend on whether they want to get rid of heat or conserve it.
- Ayılar uyurken ya da uzanırken duruşları, ısıdan kurtulmak mı yoksa onu korumak mı istediklerine bağlıdır.
- I didn't see any bear in Germany.
- Almanya'da hiç ayı görmedim.
- How long does a bear sleep?
- Bir ayı ne kadar süre uyur?
- Does bear spray work?
- Ayı spreyi işe yarar mı?
- Tom wasn't able to shoot the bear.
- Tom ayıya ateş edemedi.
- Tom was mauled by a bear.
- Tom bir ayı tarafından hırpalandı.
- Tom was mauled by a bear.
- Tom bir ayı tarafından parçalandı.
- Tom shakes his spear in anger at bear.
- Tom mızrağını öfkeyle ayıya sallar.
- Are there bears around here?
- Buralarda ayılar var mı?
- Bears hibernate during the winter.
- Ayılar kışın kış uykusuna yatar.
- I got attacked by a bear.
- Bir ayı tarafından saldırıya uğradım.
- Buy some bear spray.
- Ayı spreyi al.
- Suddenly a bear appeared before us.
- Aniden karşımıza bir ayı çıktı.
- He is fat as a bear.
- O bir ayı kadar şişman.
- Are there still wild bears in Germany?
- Almanya'da hâlâ yabani ayılar var mı?
- The fox and the bear lived together.
- Tilki ve ayı birlikte yaşıyorlardı.
- The bear has a short tail.
- Ayının kısa bir kuyruğu var.
- Is that a bear?
- O bir ayı mı?
- There's a bear stalking us.
- Bizi takip eden bir ayı var.
- How much does bear spray cost?
- Ayı spreyinin fiyatı ne kadar?
- Bears often scratch their backs on tree trunks.
- Ayılar genellikle sırtlarını ağaç gövdelerine sürterler.
- Tom was mauled to death by a bear.
- Tom bir ayı tarafından parçalanarak öldürüldü.
- I don't want to be a bear.
- Ayı olmak istemiyorum.
- Tom got attacked by a bear.
- Tom bir ayı tarafından saldırıya uğradı.
- The bear roared and I fainted.
- Ayı kükredi ve ben bayıldım.
- Tom was killed by a bear.
- Tom bir ayı tarafından öldürüldü.
- I'd love to travel by bike, but I'm afraid of getting mauled by a bear.
- Bisikletle seyahat etmek isterdim ama bir ayı tarafından parçalanmaktan korkuyorum.
- Did you bring the bear spray?
- Ayı spreyini getirdin mi?
- The girl opened her eyes, saw the bear, and fled toward the window.
- Kız gözlerini açtı, ayıyı gördü ve pencereye doğru koştu.
- Have you ever set a trap for a bear?
- Hiç bir ayı için tuzak kurdunuz mu?
- There are bears in these woods.
- Bu ormanda ayılar var.
- I tried to shoot the bear.
- Ayıyı vurmaya çalıştım.
- A bear mauled Tom.
- Bir ayı Tom'u parçaladı.
- The bear is quite tame and doesn't bite.
- Ayı tamamen uysal ve ısırmaz.
- The bear ran after me.
- Ayı peşimden koştu.
- There's a bear stalking us.
- Bizi izleyen bir ayı var.
- When bears sleep or lie down, their postures depend on whether they want to get rid of heat or conserve it.
- Ayılar uyurken ya da uzanırken, duruşları ısıdan kurtulmak mı yoksa onu korumak mı istediklerine bağlıdır.
- Whose bear is it?
- Bu kimin ayısı?
- A bear killed Tom.
- Tom'u bir ayı öldürdü.
- Bears are very dangerous.
- Ayılar çok tehlikelidir.
- A bear mauled Tom.
- Bir ayı Tom'u hırpaladı.
- The bear is black.
- Ayı siyahtır.
- Is that a bear?
- Bu bir ayı mı?
- Are there any bears around here?
- Buralarda hiç ayı var mıdır?
- Suddenly a bear appeared before us.
- Aniden bir ayı karşımıza çıktı.
- Ice bear's mother has not eaten for four months and has lost half of her body weight.
- Buz ayısının annesi dört aydır bir şey yememiş ve vücut ağırlığının yarısını kaybetmiş.
- Tom shakes his spear in anger at bear.
- Tom mızrağını ayıya öfkeyle sallar.
- Tom ran as fast as he could to escape from the angry bear.
- Tom kızgın ayıdan kaçmak için olabildiğince hızlı koştu.
- The girl opened her eyes, saw the bear, and fled to the window.
- Kız gözlerini açtı, ayıyı gördü ve pencereye doğru kaçtı.
- Tom stepped on a bear trap and was seriously injured in the leg.
- Tom bir ayı tuzağına bastı ve bacağından ciddi şekilde yaralandı.
- Tom shot a bear.
- Tom bir ayıya ateş etti.
- Are there still wild bears in Germany?
- Almanya'da hala vahşi ayılar var mı?
- He ran for his life when the bear appeared.
- Ayı göründüğünde canını kurtarmak için kaçtı.
- A bear will not touch a corpse.
- Bir ayı cesede dokunmaz.
- Kill that bear with a rifle.
- Şu ayıyı tüfekle öldür.
- Here lives one bear.
- Burada bir ayı yaşıyor.
- The bear is stalking us.
- Ayı bizi takip ediyor.
- He met his end in a rusty bear trap.
- Sonu paslı bir ayı tuzağında oldu.
- What should I do if I encounter a bear?
- Bir ayı ile karşılaşırsam ne yapmam gerekir?
- I saw footprints of a bear in the snow.
- Karda bir ayının ayak izlerini gördüm.
- Two bears can't live in one cave.
- İki ayı bir mağarada yaşayamaz.
- What's the risk of me getting attacked by a bear?
- Bir ayı tarafından saldırıya uğrama riskim nedir?
- Most bears are omnivores.
- Çoğu ayı hepçildir.
- That old man was sound asleep when the bear came.
- Ayı geldiğinde yaşlı adam uyuyordu.
- Bears often scratch their backs on tree trunks.
- Ayılar genellikle sırtlarını ağaç gövdelerinde kaşırlar.
- Bears also tend to sleep more during the day than at night, although in the summer, with twenty-four hours of light, this does not apply.
- Ayılar ayrıca gündüzleri geceye göre daha fazla uyuma eğilimindedir, ancak yaz aylarında yirmi dört saat ışık olduğu için bu durum geçerli değildir.
- What should I do if I encounter a bear?
- Bir ayıyla karşılaşırsam ne yapmalıyım?
- Don't sell the bear's fur before hunting it.
- Ayıyı avlamadan kürkünü satmayın.
- How do you use bear spray?
- Ayı spreyini nasıl kullanıyorsunuz?
Show More (201)
|
2 |
bear |
dayanmak |
v. |
|
- He couldn't bear the heat.
- Sıcağa dayanamadı.
- When he couldn't bear the pain any longer, he went to the hospital.
- Acıya daha fazla dayanamayınca hastaneye gitti.
- John can't bear the noise.
- John gürültüye dayanamıyor.
- I just can't bear to see you in so much pain.
- Seni şimdi bu kadar çok acı içinde görmeye dayanamıyorum.
- When he couldn't bear the pain any longer, he went to the hospital.
- Ağrıya daha fazla dayanamayınca hastaneye gitti.
- He can bear neither moonlight nor darkness.
- Ne ay ışığına ne de karanlığa dayanabilir.
- Tom can't bear to see Mary so unhappy.
- Tom, Mary'yi bu kadar mutsuz görmeye dayanamıyor.
- The pain was more than he could bear, so he took some medicine.
- Acı dayanabileceğinden fazlaydı, bu yüzden biraz ilaç aldı.
- I can't bear the thought of her with another man.
- Ben onun başka bir adamla birlikte olma düşüncesine dayanamam.
- I can't bear this pain.
- Bu acıya dayanamıyorum.
- I can't bear it.
- Buna dayanamam.
- Tom can't bear even the sight of Mary.
- Tom, Mary'yi görmeye bile dayanamaz.
- I can't bear it any longer.
- Buna daha fazla dayanamam.
- The pain is too much to bear.
- Acıya dayanmak çok zor.
- I can't bear to look at Tom.
- Ben Tom'a bakmaya dayanamıyorum.
- He couldn't bear to be apart from her.
- Ondan ayrı kalmaya dayanamazdı.
- We could not bear to listen to the sick child's pathetic cries.
- Hasta çocuğun acıklı ağlamalarını dinlemeye dayanamadık.
- I couldn't bear to look at her.
- Ona bakmaya dayanamadım.
- Tom couldn't bear the thought of leaving Mary.
- Tom, Mary'den ayrılma düşüncesine dayanamıyordu.
- When Tom couldn't bear the pain any longer, he went to the hospital.
- Tom acıya daha fazla dayanamayınca hastaneye gitti.
- Tom can't bear to see Mary so unhappy.
- Tom Mary'yi o kadar mutsuz görmeye dayanamıyor.
- I can bear this broken heart no longer.
- Bu kırık kalbe daha fazla dayanamıyorum.
- Tom can't bear to look at Mary.
- Tom, Mary'ye bakmaya dayanamıyor.
- I can't bear to look at Tom.
- Tom'a bakmaya dayanamıyorum.
- Sami couldn't bear to leave his girlfriend behind.
- Sami kız arkadaşını geride bırakmaya dayanamadı.
- I couldn't bear it.
- Buna dayanamazdım.
- I can't bear to see him cry like that.
- Onu böyle ağlarken görmeye dayanamıyorum.
- This ice is too thin to bear your weight.
- Bu buz senin ağırlığına dayanamayacak kadar ince.
- I can't bear this pain.
- Bu acıya dayanamam.
- I can't bear to see Tom so unhappy.
- Tom'u böyle mutsuz görmeye dayanamıyorum.
- I just can't bear to see you in so much pain.
- Seni bu kadar acı içinde görmeye dayanamıyorum.
- We can not bear violence.
- Biz şiddete dayanamayız.
- Tom couldn't bear the pain any more so he shot himself.
- Tom acıya daha fazla dayanamadı ve kendini vurdu.
- Tom couldn't bear to look at the dog he'd just run over with his car.
- Tom arabasıyla ezdiği köpeğe bakmaya dayanamadı.
- I couldn't bear to lose you again.
- Seni tekrar kaybetmeye dayanamazdım.
- Tom can't bear it.
- Tom buna dayanamaz.
- I can't bear the thought of being away from you.
- Senden uzak kalma düşüncesine dayanamıyorum.
- I cannot bear her endless love.
- Onun sonsuz sevgisine dayanamıyorum.
- I can't bear the thought of losing you.
- Seni kaybetme düşüncesine dayanamıyorum.
- These cotton socks bear washing well.
- Bu pamuk çoraplar, yıkanmaya iyi dayanır.
- I just can't bear to leave you here alone.
- Seni yalnız bırakmaya dayanamıyorum.
- I can't bear to see him cry like that.
- Onun öyle ağlamasını görmeye dayanamam.
- Tom couldn't bear to look at the dog he'd just run over with his car.
- Tom az önce arabasıyla ezdiği köpeğe bakmaya dayanamadı.
- She cannot bear moonlight and she cannot bear darkness.
- Ay ışığına ve karanlığa dayanamaz.
- I can't bear to see Tom so unhappy.
- Tom'u bu kadar mutsuz görmeye dayanamıyorum.
- I can't bear to work with him.
- Onunla çalışmaya dayanamıyorum.
- The old man could not bear his misfortune.
- Yaşlı adam talihsizliğine dayanamadı.
- I can't bear the sight of him.
- Onu görmeye dayanamıyorum.
- I couldn't bear to lose you again.
- Seni tekrar kaybetmeye dayanamadım.
- I can't bear this kind of pain.
- Bu tür bir acıya dayanamam.
- Tom couldn't bear the noise.
- Tom gürültüye dayanamadı.
- I couldn't bear to look at her.
- Ona bakmaya dayanamıyordum.
- Tom can't bear even the sight of Mary.
- Tom Mary'yi görmeye bile dayanamaz.
- Tom can't bear to think about it.
- Tom bunu düşünmeye dayanamıyor.
- I can't bear the noise any longer.
- Bu gürültüye daha fazla dayanamayacağım.
- Tom couldn't bear to think of it.
- Tom bunu düşünmeye dayanamıyordu.
- Tom couldn't bear to look at Mary's dead body.
- Tom, Mary'nin ölü bedenine bakmaya dayanamıyordu.
- I cannot bear this pain.
- Bu acıya dayanamıyorum.
- I can't bear the thought of never seeing her again.
- Onu bir daha göremeyeceğim düşüncesine dayanamıyorum.
- He couldn't bear the thought of leaving her.
- Onu terk etme düşüncesine dayanamadı.
- Mayuko can't bear living alone.
- Mayuko yalnız yaşamaya dayanamıyor.
- I just can't bear to leave you here alone.
- Seni burada yalnız bırakmaya dayanamıyorum.
- Sami couldn't bear to leave his girlfriend behind.
- Sami kız arkadaşını geride bırakmaya dayanamıyordu.
- The pain is too much to bear.
- Ağrı dayanılmayacak kadar fazladır.
- I can't bear to work with him.
- Onunla çalışmaya dayanamam.
- Tom couldn't bear the pain any more so he shot himself.
- Tom acıya daha fazla dayanamadı bu yüzden kendini vurdu.
Show More (63)
|
3 |
bear |
taşımak |
v. |
|
- My arms were tired from bearing trays of finger food for the guests all night.
- Bütün gece misafirler için tepsi tepsi atıştırmalık taşımaktan kollarım yoruldu.
- We bear ever greater responsibility for each other in global terms.
- Küresel anlamda birbirimize karşı her zamankinden daha fazla sorumluluk taşıyoruz.
- The unfortunate mandate of President Chavez, who it is true, was elected, bears enormous responsibility.
- Seçimle işbaşına geldiği doğru olan Başkan Chavez'in talihsiz görevi büyük sorumluluk taşımaktadır.
- We cannot decide for people who will bear their family name or who will be their next-door neighbour.
- İnsanların soyadlarını kimin taşıyacağına ya da kapı komşularının kim olacağına biz karar veremeyiz.
- There are many reasons why and we too bear some responsibility.
- Bunun birçok nedeni var ve biz de bazı sorumluluklar taşıyoruz.
- You are mandated to bear the European Union's great responsibility in this field.
- Avrupa Birliği'nin bu alandaki büyük sorumluluğunu taşımakla görevlendirildiniz.
- The left-wingers in this House, though, also bear their due share of responsibility for the failures to date.
- Ancak bu Meclis'teki solcular da bugüne kadarki başarısızlıklarda kendi paylarına düşen sorumluluğu taşımaktadırlar.
- The three reports that bear my name are closely linked.
- Benim adımı taşıyan üç rapor birbiriyle yakından bağlantılıdır.
- The responsibility they bear is thus much greater.
- Dolayısıyla taşıdıkları sorumluluk çok daha büyüktür.
- Those who are questioning this principle bear a heavy responsibility for the future.
- Bu ilkeyi sorgulayanlar gelecek için ağır bir sorumluluk taşımaktadır.
- The European Union bears a particular responsibility in the fight against racism and racial discrimination.
- Avrupa Birliği ırkçılık ve ırk ayrımcılığıyla mücadelede özel bir sorumluluk taşımaktadır.
- Secondly, this is also about those areas in which the Commission itself bears financial responsibility.
- İkinci olarak, bu aynı zamanda Komisyon'un kendisinin mali sorumluluk taşıdığı alanlarla da ilgilidir.
- The preamble bears the traces of a well-considered advice by your Parliament which we took into account.
- Önsöz, Parlamentonuz tarafından iyi düşünülmüş ve bizim de dikkate aldığımız bir tavsiyenin izlerini taşımaktadır.
- There are many reasons why and we too bear some responsibility.
- Bunun pek çok nedeni var ve biz de bazı sorumluluklar taşıyoruz.
- What responsibility do we bear for the fact that xenophobic parties are growing in strength in country after country?
- Yabancı düşmanı partilerin her geçen gün daha da güçlenmesinden biz nasıl bir sorumluluk taşıyoruz?
- Ultimately, the entrepreneur bears the risk, the risk of the many liabilities he has to assume.
- Nihayetinde girişimci, üstlenmesi gereken birçok yükümlülüğün riskini taşımaktadır.
- The EU cannot bear the responsibility for the entire world alone.
- AB tüm dünyanın sorumluluğunu tek başına taşıyamaz.
- It has to bear the responsibility for seeing to it that matters are dealt with efficiently and on time.
- Konuların etkin bir şekilde ve zamanında ele alınmasını sağlama sorumluluğunu taşımalıdır.
- The system, it is alleged, bears the code name Echelon.
- İddiaya göre sistem Echelon kod adını taşıyor.
- Those who bear political and military responsibility also deserve our appreciation.
- Siyasi ve askeri sorumluluk taşıyanlar da takdirimizi hak ediyor.
- It is also unclear who bears the risk in the event of accidents.
- Kaza durumunda riski kimin taşıdığı da belirsizdir.
- People have high expectations, and the Council bears great responsibilities.
- İnsanların yüksek beklentileri var ve Konsey büyük sorumluluklar taşıyor.
- Objectives for consumers must be concrete and clear and it must be clear who bears the political responsibility.
- Tüketicilere yönelik hedefler somut ve net olmalı ve siyasi sorumluluğu kimin taşıdığı açık olmalıdır.
- We also need the country whose flag the ship flies to bear liability.
- Ayrıca geminin bayrağını taşıdığı ülkenin sorumluluk üstlenmesine de ihtiyacımız var.
- Does the Schengen system not bear an overwhelming responsibility for this?
- Schengen sistemi bu konuda büyük bir sorumluluk taşımıyor mu?
- Who bears political responsibility for the Eurostat scandal?
- Eurostat skandalının siyasi sorumluluğunu kim taşıyor?
- Secondly, this is also about those areas in which the Commission itself bears financial responsibility.
- İkinci olarak bu aynı zamanda Komisyon'un kendisinin mali sorumluluk taşıdığı alanlarla da ilgilidir.
- The United Nations bears a colossal responsibility for this.
- Birleşmiş Milletler bu konuda muazzam bir sorumluluk taşımaktadır.
- This is, indeed, an absurd situation, for which we bear a large share of the responsibility.
- Bu gerçekten de, sorumluluğunun büyük bir kısmını taşıdığımız absürt bir durumdur.
- That is the responsibility that we ourselves bear today.
- Bugün bu sorumluluğu biz kendimiz taşıyoruz.
- If there is more than one decision-maker, nobody clearly bears the responsibility.
- Birden fazla karar verici varsa, hiç kimse açıkça sorumluluk taşımaz.
- The major powers bear a huge part of the responsibility for the break-up of the former Yugoslavia.
- Büyük güçler, eski Yugoslavya'nın dağılmasındaki sorumluluğun büyük bir kısmını taşımaktadır.
- We have the right to bear arms.
- Silah taşıma hakkımız var.
- She bears a striking resemblance to Ingrid Bergman, one of the great cinema beauties.
- Büyük sinema güzellerinden Ingrid Bergman'a çarpıcı bir benzerlik taşıyor.
- The ice on the lake couldn't bear his weight.
- Göldeki buz onun ağırlığını taşıyamadı.
- The ice is so thin that it won't bear your weight.
- Buz o kadar ince ki senin ağırlığını taşımaz.
- The ice is so thin that it won't bear your weight.
- Buz senin ağırlığını taşımayacak kadar ince.
- This letter bears no signature.
- Bu mektup imza taşımıyor.
- This letter bears a foreign stamp.
- Bu mektup yabancı bir damga taşıyor.
- The ice is so thin that it won't bear your weight.
- Buz öyle ince ki sizin ağırlığınızı taşıyamaz.
- The ice on the lake is too thin to bear your weight.
- Gölün üstündeki buz, senin ağırlığını taşımak için çok ince.
- Is this ladder strong enough to bear my weight?
- Bu merdiven benim ağırlığımı taşıyacak kadar sağlam mı?
- I can bear this broken heart no longer.
- Bu kırık kalbi daha fazla taşıyamıyorum.
- Atlas bore the Earth on his shoulders.
- Atlas, dünya'yı omuzlarında taşıdı.
- The ice is so thin that it won't bear your weight.
- Buz o kadar ince ki ağırlığınızı taşıyamaz.
- The trainee could hardly bear the burden of the task.
- Stajyer, görevin yükünü zorlukla taşıyabildi.
- This ice is too thin to bear your weight.
- Bu buz sizin ağırlığınızı taşıyamayacak kadar ince.
- Americans have the right to bear arms.
- Amerikalıların silah taşıma hakkı vardır.
- She bears a striking resemblance to Ingrid Bergman, one of the great cinema beauties.
- O, büyük sinema güzelliklerinden biri olan Ingrid Bergman'a şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır,
- The ice on the lake is too thin to bear your weight.
- Göldeki buz, ağırlığınızı taşıyamayacak kadar ince.
- Americans have the right to bear arms.
- Amerikalılar silah taşıma hakkına sahiptir.
- Will the ice bear our weight?
- Buz bizim ağırlığımızı taşıyabilir mi?
- Is this ladder strong enough to bear my weight?
- Bu merdiven benim ağırlığımı taşıyacak kadar güçlü mü?
- We have the right to bear arms.
- Biz silah taşıma hakkına sahibiz.
- The ice is too thin to bear your weight.
- Buz senin ağırlığını taşıyamayacak kadar ince.
Show More (52)
|
4 |
bear |
katlanmak |
v. |
|
- I can't bear the thought of losing you.
- Seni kaybetme düşüncesine katlanamıyorum.
- Tom can't bear it.
- Tom buna katlanamaz.
- We can not bear violence.
- Şiddete katlanamayız.
- How can you bear such a humiliation?
- Böyle bir aşağılanmaya nasıl katlanabiliyorsun?
- I couldn't bear the thought of it.
- Düşüncesine bile katlanamadım.
- I can't bear the pain anymore.
- Artık acıya katlanamıyorum.
- Tom couldn't bear the thought of leaving Mary.
- Tom Mary'yi terk etme düşüncesine katlanamadı.
- Tom had no choice but to grin and bear it.
- Tom'un sırıtmaktan ve katlanmaktan başka çaresi yoktu.
- Mayuko can't bear living alone.
- Mayuko, yalnız yaşamaya katlanamıyor.
- I don't like your face and I can't bear your company any longer.
- Yüzünü sevmiyorum ve arkadaşlığına artık katlanamıyorum.
- I cannot bear such an insult.
- Bu tür bir hakarete katlanamam.
- Tom can't bear the thought of Mary going out with John.
- Tom Mary'nin John'la çıkması fikrine katlanamaz.
- I can't bear this hurt anymore.
- Bu acıya daha fazla katlanamam.
- I can't bear the noise any longer.
- Gürültüye artık katlanamıyorum.
- She bore the pain bravely.
- Acıya cesurca katlandı.
- Tom can't bear the thought of Mary going out with John.
- Tom, Mary'nin John'la çıkacağı düşüncesine katlanamıyor.
- I cannot bear her endless love.
- Onun sonsuz aşkına katlanamıyorum.
- How many children can a woman bear?
- Bir kadın kaç çocuğa katlanabilir?
- She bore the pain bravely.
- O, ağrıya cesurca katlandı.
- I can't bear the thought of her with another man.
- Onun başka bir adamla olduğu düşüncesine katlanamıyorum.
- I couldn't bear it.
- Ona katlanamadım.
- Tom can't bear to look at Mary.
- Tom Mary'ye bakmaya katlanamıyor.
- Tom couldn't bear the noise.
- Tom gürültüye katlanamadı.
- I can't bear it.
- Ben buna katlanamam.
- I cannot bear the pain any more.
- Acıya daha fazla katlanamam.
- Tom couldn't bear to think of it.
- Tom onu düşünmeye katlanamadı.
- Tom had no choice but to grin and bear it.
- Tom'un buna katlanmaktan başka çaresi yoktu.
- I can't bear that fellow.
- O adama katlanamıyorum.
- How can you bear such a humiliation?
- Böyle bir küçük düşürmeye nasıl katlanabilirsin?
- I can't bear this any longer.
- Buna daha fazla katlanamam.
Show More (27)
|
5 |
bear |
tutmak |
v. |
|
- We should bear this in mind in assessing the current applicants.
- Mevcut başvuru sahiplerini değerlendirirken bunu aklımızda tutmalıyız.
- We must bear this in mind if we are to understand the significance, today, of an organisation, such as, the WTO.
- Bugün DTÖ gibi bir kuruluşun önemini anlamak istiyorsak bunu aklımızda tutmalıyız.
- Our actions in this area will be judicious if we bear that in mind.
- Bunu aklımızda tutarsak bu alandaki eylemlerimiz mantıklı olacaktır.
- There is still a lot of concern about it, and I ask you to bear that in mind.
- Bu konuda hala çok fazla endişe var ve bunu aklınızda tutmanızı rica ediyorum.
- So I think that we must bear this in mind.
- Bu yüzden bunu aklımızda tutmamız gerektiğini düşünüyorum.
- Therefore, we must bear all of this in mind and get to the roots of the conflict.
- Bu nedenle, tüm bunları aklımızda tutmalı ve çatışmanın köklerine inmeliyiz.
- We must bear this in mind and learn the lessons of history.
- Bunu aklımızda tutmalı ve tarihten dersler çıkarmalıyız.
- Those rules are very interesting and we will bear them in mind.
- Bu kurallar çok ilginç ve bunları aklımızda tutacağız.
- To close, we need to bear two further points in mind.
- Kapanış için iki noktayı daha aklımızda tutmamız gerekiyor.
- I hope you will bear that in mind and make sure it does not happen again.
- Umarım bunu aklınızda tutarsınız ve bunun tekrarlanmamasını sağlarsınız.
- This is where we might bear Cyprus in mind.
- İşte bu noktada Kıbrıs'ı aklımızda tutabiliriz.
- You must bear it in mind.
- Aklında tutmalısın.
- I'll bear it in mind.
- Bunu aklımda tutacağım.
- I'll bear it in mind.
- Onu aklımda tutacağım.
- I must bear that in mind.
- Bunu aklımda tutmalıyım.
- I'll bear that in mind.
- Bunu aklımda tutacağım.
- You should bear that in mind.
- Bunu aklında tutmalısın.
- I'll bear that in mind.
- Onu aklımda tutacağım.
- Please bear this fact in mind.
- Lütfen bu gerçeği aklında tut.
- I must bear that in mind.
- Onu aklımda tutmalıyım.
- You should bear that in mind.
- Onu aklında tutmalısın.
Show More (18)
|
6 |
bear |
üstlenmek |
v. |
|
- Please help the governments bear the political price which this endeavour and change usually imply.
- Lütfen hükûmetlerin bu çabanın ve değişimin gerektirdiği siyasi bedeli üstlenmelerine yardımcı olun.
- But we alone should not bear the blame for the delay.
- Ancak gecikmenin sorumluluğunu tek başımıza üstlenmemeliyiz.
- It is also unclear who bears the risk in the event of accidents.
- Ayrıca kaza durumunda riski kimin üstleneceği de belirsizdir.
- No longer should the public bear the burden of clean-up costs when often the polluter has walked away.
- Çoğu zaman kirleten çekip gitmişken, temizleme masraflarının yükünü artık kamu üstlenmemelidir.
- If you are not prepared to cross this bridge, then you yourself must bear responsibility for the consequences.
- Eğer bu köprüden geçmeye hazır değilseniz, o zaman sonuçların sorumluluğunu da üstlenmeniz gerekir.
- We all know that this responsibility is borne by the Fifteen, soon to be twenty-five and more.
- Hepimiz bu sorumluluğun On Beşler, yakında yirmi beşler ve daha fazlası tarafından üstlenildiğini biliyoruz.
- In that way, the rich countries bear a large share of the responsibility for the problems of the developing countries.
- Bu şekilde zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin sorunlarının sorumluluğunun büyük bir kısmını üstlenmiş oluyor.
- In this case, it will be France who will bear the major costs of enlargement and of the cap on spending.
- Bu durumda, genişlemenin ve harcama üst sınırının en büyük maliyetini üstlenecek olan Fransa olacaktır.
- The industry itself, operators and users, must also bear a proportion of the costs.
- Sektörün kendisi, operatörler ve kullanıcılar da maliyetlerin bir kısmını üstlenmelidir.
- So the Council must bear its share of responsibility for this if its action is to be approved.
- Dolayısıyla eylemi onaylanacaksa Konsey bu konuda kendi payına düşen sorumluluğu üstlenmelidir.
- All players involved must bear their recoverable share of the responsibility.
- Olaya karışan tüm aktörler, sorumluluktaki telafi edilebilir paylarını üstlenmelidir.
- In this case, it will be France who will bear the major costs of enlargement and of the cap on spending.
- Bu durumda, genişlemenin ve harcama sınırının en büyük maliyetini üstlenecek olan Fransa olacaktır.
- No longer should the public bear the burden of clean-up costs when often the polluter has walked away.
- Çoğu zaman kirleten çekip gitmişken temizleme masraflarının yükünü artık kamu üstlenmemelidir.
- In that way, the rich countries bear a large share of the responsibility for the problems of the developing countries.
- Bu şekilde zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin sorunlarının sorumluluğunun büyük bir kısmını üstlenmiş olurlar.
Show More (11)
|
7 |
bear |
bulundurmak |
v. |
|
- I would ask you to bear this in mind when voting.
- Oy verirken bunu göz önünde bulundurmanızı rica ediyorum.
- It is important to bear them in mind and we should move on with this proposal.
- Bunları göz önünde bulundurmak önemlidir ve bu teklifle yolumuza devam etmeliyiz.
- In my opinion, the Commission has borne this difference in mind at all times.
- Kanaatimce Komisyon bu farkı her zaman göz önünde bulundurmuştur.
- We should bear this in mind in assessing the current applicants.
- Mevcut başvuru sahiplerini değerlendirirken bunu göz önünde bulundurmalıyız.
- I also said, however, that you need to bear three different things in mind here.
- Ancak burada üç farklı hususu göz önünde bulundurmanız gerektiğini de söyledim.
- We have to bear that in mind when approving this programme.
- Bu programı onaylarken bunu göz önünde bulundurmalıyız.
- In my opinion, the Commission has borne this difference in mind at all times.
- Bana göre Komisyon bu farkı her zaman göz önünde bulundurmuştur.
Show More (4)
|
8 |
bear |
(ürün/meyve) vermek |
v. |
|
- It is going to bear that Charter in mind when making judgments.
- Karar verirken bu Şartı göz önünde bulunduracaktır.
- Unfortunately, I do not believe that further attempts to change the date will bear fruit.
- Ne yazık ki, tarihi değiştirmeye yönelik girişimlerin sonuç vereceğine inanmıyorum.
- When populism is introduced into a debate or a discussion, the debate will not bear much fruit.
- Popülizm bir tartışmaya ya da görüşmeye dahil edildiğinde, tartışma pek bir sonuç vermeyecektir.
- Very heavy pressure was brought to bear on her to withdraw or compromise on her report.
- Raporunu geri çekmesi ya da taviz vermesi için kendisine çok ağır baskılar yapıldı.
- Your effort will surely bear fruit.
- Çabanız mutlaka sonuç verecek.
- This tree bears good peaches every year.
- Bu ağaç her yıl iyi şeftali verir.
Show More (3)
|
9 |
bear |
doğurmak |
v. |
|
- She claims she was raped by a friend and subsequently she bore a child.
- Bir arkadaşı tarafından tecavüze uğradığını ve daha sonra bir çocuk doğurduğunu iddia etmektedir.
- Let us hope that this parent will in future bear other children like this report.
- Bu ebeveynin gelecekte bu rapor gibi başka çocuklar da doğuracağını umalım.
- She bore him four children.
- Ona dört çocuk doğurdu.
- How many children can a woman bear?
- Bir kadın kaç çocuk doğurabilir?
- His wife bore him two daughters and a son.
- Karısı ona iki kız ve bir oğul doğurdu.
- His wife bore him two daughters and a son.
- Karısı ona iki kızı ve bir erkek çocuk doğurdu.
Show More (3)
|
10 |
bear |
tahammül etmek |
v. |
|
- John can't bear the noise.
- John, gürültüye tahammül edemez.
- I can't bear the sight of him.
- Onu görmeye tahammül edemiyorum.
- I cannot bear such an insult.
- Böyle bir hakarete tahammül edemem.
- I can't bear that fellow.
- Şu adama tahammül edemiyorum.
- I can't bear the pain.
- Acıya tahammül edemiyorum.
Show More (2)
|
11 |
bear |
getirmek |
v. |
|
- I am pleased to bear glad tidings from my own country.
- Kendi ülkemden müjdeli haberler getirmekten memnuniyet duyuyorum.
- This refit of the vessels entailed increased costs, which were borne by the shipowners.
- Gemilerin bu şekilde yenilenmesi, armatörler tarafından karşılanan artan maliyetleri beraberinde getirmiştir.
- This deposit bears three percent interest.
- Bu mevduat yüzde üç faiz getiriyor.
Show More (0)
|
12 |
bear |
çekmek |
v. |
|
- We must realise that they will bear the brunt of this European legislation.
- Bu Avrupa mevzuatının yükünü onların çekeceğinin farkında olmalıyız.
- As usual, there is a great risk that women and children will bear the brunt of the suffering.
- Her zaman olduğu gibi, acıların en büyük yükünü kadın ve çocukların çekmesi riski büyüktür.
- Tom had no choice but to grin and bear it.
- Tom'un ya sabır çekmek dışında bir seçeneği yoktu.
Show More (0)
|
13 |
bear |
uygulamak |
v. |
|
- We only have a limited number of options when it actually comes to bringing pressure to bear.
- Gerçekten baskı uygulamak söz konusu olduğunda sadece sınırlı sayıda seçeneğimiz var.
- This is an effective way of bringing pressure to bear.
- Bu, baskı uygulamanın etkili bir yoludur.
- Western diplomacy is now bringing heavy pressure to bear on Israel to dismantle the military operation.
- Batı diplomasisi şu anda İsrail'e askeri operasyonu durdurması için ağır baskı uyguluyor.
Show More (0)
|
14 |
bear |
değmek |
v. |
|
- The production figures did not bear scrutiny.
- Üretim rakamları incelemeye değer bulunmamıştır.
- The discharge procedure for 1999 really does bear the rapporteur's handprint.
- 1999'daki tahliye prosedürüne gerçekten de raportörün eli değmiştir.
Show More (-1)
|
15 |
bear |
beslemek (belirli bir his) |
v. |
|
- She bears malice toward our group.
- Grubumuza karşı kötü niyet besliyor.
- She bears malice toward our group.
- Grubumuza kin besliyor.
Show More (-1)
|
16 |
bear |
davranmak (belirli bir şekilde) |
v. |
|
- The prisoner of war bore himself with great dignity.
- Savaş esiri onurlu davrandı.
- The prisoner of war bore himself with great dignity.
- Savaş tutuklusu şerefli davrandı.
Show More (-1)
|
17 |
bear |
karşılamak |
v. |
|
- Residents will bear the total cost of repairs.
- Konut sakinleri onarımların toplam maliyetini karşılayacaktır.
Show More (-2)
|
18 |
bear |
(iz vb.) taşımak |
v. |
|
- The building still bears marks from the paint gun party.
- Bina hâlâ boya tabancası partisinin izlerini taşıyor.
Show More (-2)
|
19 |
bear |
(duygu) tutmak |
v. |
|
- Come on; you can’t bear a grudge forever!
- Hadi ama; sonsuza kadar kin tutamazsın!
Show More (-2)
|
20 |
bear |
(isim, ad) taşımak |
v. |
|
- She bore the same name as her great-grandmother.
- Büyük büyükannesiyle aynı adı taşıyordu.
Show More (-2)
|
21 |
bear |
(rüzgar, su vb.) -ile taşınmak |
v. |
|
- The rafting was borne along by the wild river.
- Rafting çılgın nehir tarafından taşınıyordu.
Show More (-2)
|
22 |
bear |
(çocuk) doğurmak |
v. |
|
- Our doctor said there might be a chance for me to bear children.
- Doktorumuz çocuk doğurma şansımın olabileceğini söyledi.
Show More (-2)
|
23 |
bear |
yüklenmek |
v. |
|
- Brussels cannot be made to bear all the responsibility for that, however.
- Ancak bunun tüm sorumluluğu Brüksel'e yüklenemez.
Show More (-2)
|
24 |
bear |
(benzerlik) göstermek |
v. |
|
- Moreover, all the figures bear out that immigration to the European Union is restricted.
- Ayrıca tüm rakamlar Avrupa Birliği'ne göçün kısıtlı olduğunu göstermektedir.
Show More (-2)
|
25 |
bear |
dönmek |
v. |
|
- Every pressure must be brought to bear to allow International Atomic Energy Agency inspectors back in.
- Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı müfettişlerinin geri dönmesi için her türlü baskı yapılmalıdır.
Show More (-2)
|
26 |
bear |
bulunmak |
v. |
|
- This letter bears no signature.
- Bu mektupta imza bulunmuyor.
Show More (-2)
|
27 |
bear |
kaldırmak |
v. |
|
- He couldn't bear the heat.
- Sıcağı kaldıramadı.
Show More (-2)
|
28 |
bear |
gelmek |
v. |
|
- Stolen money never bears fruit.
- Çalınan paradan hayır gelmez.
Show More (-2)
|
29 |
bear |
sineye çekmek |
v. |
|
- Tom had no choice but to grin and bear it.
- Tom'un sineye çekmekten başka seçeneği yoktu.
Show More (-2)
|